Patlamış Mısır Müziği
Bu sayıda CocoRosie, yeni yayınevim ve hayal kırıklığı hakkında konuşuyorum.
Pazartesi sabahı, CocoRosie’nin ilk albümü, double espresso, mum ışığı. Rilke’nin “Her melek korkunçtur,” dizesine yapılan bir ithafla açılıyor La Maison de Mon Reve albümü. Tamamını dinlerseniz, içinde çok tuhaf, ev yapımı, organik sesler bulabilirsiniz. Mesela patlayan mısırların insanı yatıştıran, tatlı pıtırtısını… Ve iki kız kardeşin kalbime oya gibi işleyen vokali! Bana kalırsa, bu, yeryüzündeki meleklerin sesi.
Birbirinden habersiz büyüyen iki kız kardeşin yıllar sonra bir araya gelerek kurduğu büyülü bir müzik grubu CocoRosie. Kendi küçük tuhaf imparatorluklarında, kendi kendilerine kaydettikleri kendi küçük şarkılarıyla, büyülü bir dünya yaratmışlardı iki binli yılların başında. Hâlâ büyüleyiciler bana kalırsa. Yine de bu ilk albümlerdeki ruhu başka hiçbir yerde bulamıyorum ben, o yüzden de dönüp dolaşıp onları dinliyorum.
Belki de patlamış mısır ve yağmur sesi yüzündendir. Ya da küçük olmanın sağladığı yaratıcı özgürlük yüzünden… Büyüdükçe, insan kendini belirli bir dinleyiciye - en azından kendi kafasındaki dinleyiciye (okuyucuya/izleyiciye) - karşı sorumlu hissediyordur belki. Tuhaf ve biraz da deli olmaya devam ediyordur her şeye rağmen ama artık çok daha profesyonel aletlere sahiptir ve bir zamanlar tencerede patlayan mısırları kaydettiği o ucuz kayıt cihazını çoktan bir kenara atmıştır belki de.
Sanat, sanatçının oyun alanı olmalı bence. İçinde kendini özgür hissedebileceği ve dilerse mısır patlatıp ip atlayacağı, dilerse de gözyaşı döküp yastıkları yumruklayacağı bir arka bahçe. Hayal kırıklığına uğradığında, üzüldüğünde, çaresiz ve haksızlığa uğramış hissettiğinde, kısacası tam da boğulacakmış gibi hissettiği o anda, onun gerçekte dalgalarda sörf yapabilecek yeteneğe sahip olduğunu fısıldayan o büyülü şey olmalı sanat. Ya da daha iyisi, suyun altında nefes alabileceğini fısıldayan… Çünkü hepimiz bu yeteneğe sahibiz, hepimiz küçük gümüş balıklarıyız aslında.
Her zaman bir çıkış yolu vardır. Her zaman! Hayal kırıklığı çok güzel şeylere de yol açabilir, yeter ki ona izin verelim. Dalgalarla boğuşmaktan vazgeçip kendimizi rahat bırakırsak hayal kırıklığını güzel bir şeye dönüştürebileceğimizi keşfederiz ve anlarız ki daima, ama daima, bir çıkış yolu vardır. Her melek korkunçtur ama güzelliğin bedeli de bu değil midir? Acı, sanatın besinidir.
“Take your broken heart, turn it into art…” Kırık kalbini al ve bir sanat eseri yarat ondan. Gözyaşlarını mutlu bir şeye dönüştür. Hayal kırıklığından faydalan. Gülümse. Kafanı çalıştır. Kendini dinle. Sanatını icra edebilmek için kimseye muhtaç değilsin gerçekte. Kırık kalbini bir sanat eserine dönüştür ve bunu sadece kendin için yap. Birilerine inat, birilerine rağmen, birilerine nispet yapmak için, birilerine gününü göstermek için, birileri tarafından onaylanmak ya da birilerine kendini kanıtlamak için değil. Boş ver şu birilerini. Sen sadece kendi işine bak. Sonra da onlara konuşacak bir şey ver. Bırak, dudak büksünler. Bırak, çekiştirsinler. Sen onlar gibi olma. Sen yine de yoluna devam et.
Benim işim, küçük bir yayınevi kurmak oldu bu son bir hafta içinde. Büyük küçük birçok farklı yayınevinden kırktan fazla kitap çıkardıktan sonra, Hermann Hesse okuduğum ve günlüğümü tuhaf hikâyelerle doldurduğum ilk gençlik yıllarımda ne kadar mutlu, yaratıcı ve özgür olduğumu hatırladım birden. İlhamını Hesse’nin taparcasına sevdiğim Bozkırkurdu romanındaki gizemli tiyatrodan alan Tiyatro Fantastiko adındaki minik yayınevim işte böyle doğdu zaten.
Sözünü ettiğim küçük ve büyük yayınevleriyle çalışmaya devam edeceğim elbette, hatta yeni çocuk ve yetişkin kitaplarım yolda ve inanılmaz heyecanlıyım bunun için. Ama kalbimin derinliklerinde, memleket sınırları içinde hiçbir yayınevinin basmaya yanaşmayacağı ya da bunun için yıllarca beklemem gereken romanlar ve şiirler yazmak var. Zaten elimde de bunlardan fazlasıyla var! Bana bir şans verseler bile bu kitapların basılması yıllar sürecek, biliyorum. Aynı zamanda sadece ‘kaçıklara’ hitap edebilecek bu eserleri basmaya çoğunlukla yanaşmayacaklarını da biliyorum. Öyleyse neden onları kendim yayımlamayayım? (Eski punk’lardan kim kaldı?:))
Kısacası, bir anda başladığım yere dönmüş bulunuyorum. Ne var ki, artık kitapları yayımlanmış bir yazarım ve yüzeyde ‘başarmış’ biri olarak, The Smiths dinleyip günlüğüne tuhaf hikâyeler yazan on beş yaşındaki o kıza sarılmak, ona her şeyin yoluna gireceğini söylemek istiyorum. “Sen hep iyi bir şeydin,” demek istiyorum ona. “Sen hep iyi bir şeydin ve bunu görememeleri senin suçun değildi.” Evet, başladığım yerdeyim bir kez daha… Ve bu kez kendimi sevmeyi öğreniyorum edebiyat aracılığıyla.
Tiyatro Fantastiko’nun motto’su da bu oldu bu yüzden: Tıpkı Hesse’nin tiyatrosunun motto’su gibi… Yani, “yalnızca kaçıklar için”. Sadece e-kitaplarımı yayımlayacağım bu minik online oluşuma şimdiden âşık oldum ben. Zaman zaman hiç sevilmediğim hissine kapılırım ama insanlar e-kitaplarımı sipariş ederken bana öyle güzel destek mesajları yazdılar ki, hem şaşırdım hem de çok mutlu oldum.
Sırada neler mi var? Bir kere, bir iyileşme sürecinde görüyorum kendimi her şeyden önce. Geçtiğimiz hafta başında farklı katmanlara sahip çok derin bir hayal kırıklığı yaşadım ve evet, kendi başıma online bir yayınevi kurmuş olsam da, henüz tamamen iyileşmedim doğal olarak. Bunun için kendime zaman tanıyacağım. Dinleneceğim, okuyacağım, müzik dinleyeceğim ve İstanbul’daki arkadaşlarımla görüntülü konuşacağım. Onları çok özledim…
Ama yaşasın self-publishing! Yaşasın D-I-Y! Yaşasın patlamış mısır sesleri kaydetmek! Bu yüzden, size ileriki zamanlarda tiyatromda nelerle karşılaşacağınızı da azıcık çıtlatayım: Everest Yayınları’ndan çıkan ilk romanım Pagoda, e-kitap formatında sizlerle olacak. Bunun haricinde, çok sevdiğim Küçük Plak Dükkânı’nın yarı gerçek yarı kurmaca hikâyesini de nefis çizimler eşliğinde okuyabileceksiniz yakında. Ama şimdilik bu kadar yayınevi muhabbeti yeter bence. Dilerseniz girip inceler, instagram’da takip eder, kitap sipariş verirsiniz zaten. Değil mi ama?
Suyun altında nefes alabileceğiniz, sakin bir hafta diliyorum.
Sevgilerimle,
Zeynep