Beşinci Bölüm: Kuğu Kral
Niko’nun gördüğü gölge Zümrüt Şato’da yaşayan Mamba’ydı. Kuğu Kral’ın yardımcısı, uşağı, habercisi, her şeyi. Mamba’nın yüzü tıpkı Dita’nınki gibi dövmelerle kaplıydı ve kalın, ürkütücü parmakları nasırlarla doluydu. Niko şimdi surlarla çevrili bahçede tutuluyordu, ama ondan hiç korkmuyordu. Dışarısı güneşliydi ve Zümrüt Şato yemyeşildi. Tıpkı Niko’nun tuhaf bir ışıkla parıldayan gözleri gibi…
Bu bahçe bambaşka bir ülke gibiydi, ama Mamba çok geçmeden onu tavus kuşlarının arasından geçirerek içeriye götürdü. Niko geniş ahşap kapıdan girerek onun peşinden kitaplarla dolu ördek yeşili bir odaya girdi. Kaçmak aklına bile gelmedi…
Girer girmez toz ve kâğıt kokusu başını döndürdü burada. Daha önce hiç bu kadar çok kitabı bir arada görmemişti.
Tıp, bilim, fizik kitapları… Bitkilerle ilgili kitaplar… Ansiklopediler… Şiir kitapları… Romanlar… Felsefe kitapları… ve nadir bulunan elyazmaları.
Siyah giysiler içindeki Mamba kapının yanındaki rafların önünde bir heykel gibi sessiz ve kıpırtısız dikilirken, Niko kitapların içinde, kırmızı kadifeden bir koltukta oturdu ve onun gelmesini bekledi.
Az sonra Kuğu Kral pelerinini savurarak içeriye girdi. Porselen kuğu maskesi odanın yeşil duvarlarından yansıyan ışıkla inci rengi pırıltılar saçarken, pelerinini savurarak Niko’nun karşısındaki koltuğa gömüldü. Niko onu görünce istemsizce ayağa kalkmıştı, ama Kuğu Kral’ın işaretiyle yeniden yerine oturdu. Kalbi bir sinekkuşu gibi çılgınca kanat çırpıyordu şimdi. Niko güçlükle yutkundu.
Koyu meşeden yapılmış büyük yazı masasının üzerinde bir dünya küresi duruyordu. Birden, gitme isteğine kapıldı Niko. Mari’ye gitmeliydi. Kurtulmalıydı buradan… Ama Zümrüt Şato’yu hayatı boyunca öylesine merak etmişti ki! Sonuç olarak, yerinden bile kıpırdayamadan, gözlerini sessizce Kuğu Kral’a dikerek onun konuşmaya başlamasını bekledi.
“Merhaba, Niko” dedi sonunda Kuğu Kral. Maskenin ardında sesi gizemli ve boğuktu.
“Merhaba…” diye kekeledi Niko, alnında biriken ter damlacıklarını silmeye yeltenmeden.
“Buraya kadar geldiğin için teşekkür ederim” dedi Kuğu Kral. “Pek fazla ziyaretçim olmuyor da…”
Niko sinirli bir kahkaha attı. “Kendi isteğimle gelmedim” dedi, Mamba’ya bakarak. “Zorla getirildim.”
Kuğu Kral içini çekti. “Bunun için üzgünüm” dedi. “Ancak köydeki diğer çocuklar gibi benden korkuyor olabileceğini düşündüm.”
“Ben çocuk değilim. Kafama çuval geçirmenize gerek yoktu” dedi Niko.
“Çuval Mamba’nın fikriydi” dedi Kuğu Kral, yardımcısına doğru kaçamak bir bakış atarak. Mamba Niko’ya bakıp hafifçe el salladı. Kuğu Kral güldü. “Bunun için özür dilerim…” diye mırıldandı tekrar.
Niko da istemsizce gülümsedi. Bu tuhaf insanlarda bir şekilde onu kendilerine çeken bir şeyler vardı.
Uzun bir sessizlikten sonra “Bu kitapları görüyor musun?” diye sordu Kuğu Kral.
“Evet…” dedi Niko. “Çok… fazlalar.”
“Peki, ne düşünüyorsun?”
“İnceleme fırsatım olmadı.”
“Onları dünyanın dört bir yanından topladım, Niko. Sebebini biliyor musun?”
“Okumayı sevdiğiniz için mi?”
Kuğu Kral bir kez daha güldü, derken gülümsemesi yüzünde usulca soldu. “Aslında…” dedi. “Bunu yaparken, onlarda kendimden bir şeyler bulmayı umuyordum. Ama sonuç olarak hiçbir şey bulamadım.”
Niko oturduğu yerde hafifçe doğruldu. “Sizi anlayamıyorum, efendim” dedi. “Ve burada ne aradığımı da anlayamıyorum. Benim Mari’nin yanına gitmem lazım. Biz… Biz…”
“Karnavalı seviyorsun, değil mi Niko?” dedi Kuğu Kral, arkasına yaslanıp ellerini kucağında birleştirerek.
Niko bir an bocaladıktan sonra, “Evet, efendim” diye yanıt verdi. “Karnavalı seviyorum.”
“Neden, Niko?”
“Efendim?”
“Neden karnavalı bu kadar çok seviyorsun?”
“Bilmiyorum” diye içini çekti Niko. “Sanırım bir günlüğüne kendim olmamak… hoşuma gidiyor.”
“Ama maske takmıyorsun.”
“Çocukken takardım, ama artık bir başkası olmak için maskeye ihtiyacım yok.”
“Peki, ya neye ihtiyacın var?”
“Bilmiyorum, sanırım, buna izin verilmesine. Karnaval buna izin veriyor. Yani, bir başkası olmama… Onu bu yüzden seviyorum.”
“Ondan canlı bir varlıkmış gibi söz ediyorsun.”
Niko gülümsedi. “Belki de öyledir” dedi.
“Senin özel biri olduğunu biliyordum” diye karşılık verdi Kuğu Kral. “O özel biri, değil mi Mamba?” Ardından kopkoyu gözlerini Mamba’ya çevirdi, Mamba da onu onaylarcasına, ama gözlerinde belki de bir parça kıskançlıkla, başını salladı. “Evet…” dedi Kuğu Kral. “Sen özel birisin, Niko.”
Niko dayanamadı. “Burada ne işim var, efendim?” diye haykırdı. “Size söyledim. Mari beni bekliyor ve…”
“Söyleyeceklerimi dinledikten sonra hâlâ gitmek istiyorsan sana engel olmayacağım, Niko” dedi Kuğu Kral, ciddi bir sesle. “Seni burada zorla tutamam. Merak etme, söyledikleri kadar zalim biri değilim. Hiç olmadım ve asla da olmayacağım.”
“Köylülerden kira alıyorsunuz! Herkes öylesine yoksul ki…”
“Bu benim suçum değil, Niko. Dünyanın düzeni böyle.”
“Ama paraya ihtiyacınız yok!”
“Benim neye ihtiyacım olduğunu sen nereden bileceksin ki?”
Niko başını önüne eğdi. Kulaklarına kadar kızardığını, alev alev yanmaya başladığını hissetti…
“Niko…” dedi Kuğu Kral, yumuşak bir sesle. “Neden burada olduğunu biliyor musun?”
“Size söyledim! Ben de bunu öğrenmek istiyorum!” dedi Niko.
“Belki kalbinin derinliklerinde biliyorsundur.”
“Siz…”
“Evet?”
Niko usulca başını salladı. “Siz hastasınız” dedi. “Öyle değil mi?”
“Korkarım bu doğru, Niko” dedi Kuğu Kral, kollarını kavuşturarak.
“Ve beni de… Sizi iyileştirmem için buraya getirttiniz.”
“Gördün mü?” dedi Kuğu Kral. “Bildiğini biliyordum.”
“Ama efendim…” diye başlayacak oldu Niko.
“Adımı biliyor musun, Niko?”
“Şey… Hayır. Adınızı bilmiyorum, efendim.”
“Peki, benim hakkımda konuşurken benden hangi isimlerle söz ediyorsun?”
Niko bu soruya cevap veremedi.
“Neyse…” dedi Kuğu Kral. “Bunun bir önemi yok. Önemli olan…”
“Efendim!” dedi Niko, cesur bir sesle. “Dünyanı dolaşmışsınız. Tahmin edemeyeceğim kadar varlıklısınız. Öyleyse neden…”
“Neden beni iyileştirmesi için o ünlü doktorlardan birine gitmedim, öyle değil mi? Eh, gittim, Niko. Hepsine gittim. Ama hiçbiri beni iyileştiremedi.” Sonra alçak sesle ekledi: “Benimkisi, sıradan bir hastalık değil.”
Niko sormak istedi, ama buna cesaret edemedi. Yeniden uzun ve boğucu bir sessizlik sis gibi kapladı odanın içini. Sonunda, Mamba boğazını temizledi ve Kuğu Kral birden silkelenerek kendine geldi. “Beni bir kez görmüştün…” dedi. “Küçükken, karnavalda. Hatırlıyor musun, Niko?”
Niko titremeye başladı.
“Beni iyileştirebilecek tek kişi sensin!” dedi Kuğu Kral, maskesine uzanarak.
“Hayır!” diye haykırdı Niko. “Yapmayın!”
Kuğu Kral maskesini çıkardı.
“Yüzüme bak, Niko.”
Mambo bakışlarını kaçırdı…
Niko onun yüzüne baktı ve bembeyaz kesildi.
“Ne görüyorsun?” dedi Kuğu Kral.
“Hiçbir şey…” diye kekeledi Niko.
Kuğu Kral’ın gözleri koyulaştı, yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. Niko bir kez daha ona bakmak için kendini zorladı. Ona bakmak, karanlık bir uçurumun dibine bakmaktan farksızdı.
Ama hayır, köylülerin söyledikleri gibi çarpık ya da bozuk bir yüz değildi onunkisi. Aksine, Niko’nun karşısındaki adam orta yaşlı, düzgün ve yakışıklı sayılabilecek bir yüze sahipti. Ama…
“Hiçbir şey!” diye fısıldadı Niko. “Ama bu nasıl mümkün olabilir?”
Kuğu Kral gülümsedi, ama tıpkı gözlerinin içi gibi boştu gülümsemesi. Bir ruhu olduğunu ele verecek hiçbir şey yoktu yüzünde. Hiçbir şey yoktu! Onun yüzü koca bir çöl, uçsuz bucaksız ve bomboş bir okyanustu.
“Nasıl…”
“Çünkü hiçbir şey hissetmiyorum, Niko” dedi Kuğu Kral. “Ne acı, ne korku, ne mutluluk, ne de sevgi. Hiçbir şey hissetmiyorum.”
“Ama…”
“Çocukluğumda, senin beni gördüğün yaştayken, bana bir şey oldu ve o günden beri hiçbir duyguyu hissetmedim.”
“Kuğunuz!” dedi Niko. “Yani, söylentiler doğru mu?”
Kuğu Kral başını usulca önüne eğdi. “Babam zalim bir adamdı” dedi.
“Yani, kuğunuzu öldürdüğü ve içini doldurarak size doğum gününüzde hediye ettiği doğru mu?” diye ısrar etti Niko. “Ve sonra da…”
“Korkarım hakkımda söylenenlerin çoğu doğru, Niko. Benim bir canavar olduğum dışında. Yani, bana baksana… Ben bir canavar mıyım sence?”
Niko’nun yüzünde neredeyse sevgi dolu bir ifade belirdi. “Hayır, efendim” diye fısıldadı. “Canavar olduğunuzu sanmıyorum, efendim.”
“Öyleyse bana yardım edecek misin?” dedi Kuğu Kral. “Beni iyileştirebilecek tek kişi sensin.”
Niko ona doğru hafifçe eğildi. “Nereden biliyorsunuz?” dedi.
“Seni izledim” diye gülümsedi Kuğu Kral. “O günden beri seni izliyorum, Niko. Büyümene, sanatında ilerlemene, işine duyduğun tutkuya tanıklık ettim. Gözüm hep üzerindeydi. Sen ve Mari… Sizler özel çocuklarsınız. Ve bu dünyada beni iyileştirebilecek tek kişinin sen olduğunu söylerken, bunda ciddi olduğumdan emin olabilirsin.”
Niko içini çekti. “Ama bunu yapamam!” dedi.
“Sadece bana bak, Niko.”
Niko nefesini tuttu ve Kuğu Kral’a baktı.
“Yeniden hissedebilmek istiyorum” diye fısıldadı Kuğu Kral. “Bunun için her şeyimi verebilirim, Niko. Herhangi bir şey hissedebilmek için her şeyimi verebilirim! Bu gördüklerin… Bu şato… Tüm mal varlığım… Hepsi senin olabilir! Yeter ki beni iyileştir. Artık içi boş bir vazo gibi yaşamak istemiyorum. Ve bana yardım etmezsen, korkarım yaşamıma son vermek zorunda kalacağım.”
Niko’nun nefesi kesildi bu sözler karşısında. Mamba ona bir bardak su daha verdi. Niko kupadaki suyu kafasına dikti ve bir kez daha karşısındaki gizemli adamın yüzüne bakmak için zorladı kendini.
“Her şeyi mi?” diye kekeledi. “Teklifinizi kabul edersem…”
“Kimse bilmeyecek” diye onun sözünü kesti Kuğu Kral. “Mari bile. Her şey büyük bir gizlilik içinde halledilecek. Beni iyileştirene dek burada, şatoda benimle kalacaksın ve kimse burada olduğunu bilmeyecek. Daha fazla söylenti istemiyorum… İnsanların hakkımda konuşmalarını istemiyorum. Beni anlıyor musun?”
“Ama…”
“Üzgünüm, Niko, ama tek şartım bu. İnan bana, seni unutması daha iyi. Bunu anlayamaz. Burada ne başarmaya çalıştığımızı anlayamaz… Mari benden nefret ediyor. Hepsi benden nefret ediyor. Bunu biliyor olman gerekir.”
“Mari farklı…” dedi Niko.
“Öyleyse seni aramaya neden buraya gelmedi?” diye haykırdı Kuğu Kral.
Niko korktu, yüzünü kapattı.
“Köylüler, arkadaşların, çok sevgili Mari’n... Hiçbiri kapımı çalmadı, Niko!”
Niko ağlamaya başladı.
“Onlar için arada sırada çıbanlarını iyileştiren basit bir bahçıvandan başka bir şey değilsin” dedi Kuğu Kral, sert bir sesle. Sonra ifadesi yumuşadı. “Ama benim için… Her şeysin.”
Niko gözyaşlarını silip etrafına baktı. Kütüphanenin penceresinde köye yeni gelmiş küçük bir kırlangıç şakımaktaydı. Niko kuşa baktı…
“Kalacak mısın?” dedi Kuğu Kral.
Niko usulca başını salladı.
“Teşekkür ederim, Niko” dedi Kuğu Kral sakince ayağa kalkarak. “Detayları Mamba’yla konuşabilirsin. Sormak istediğin her şeyi cevaplamaktan büyük mutluluk duyacaktır. Neye ihtiyacın varsa, söylemen yeterli. Şimdi, izninle… Dinlenmek için odama çekileceğim. Akşam yemeğinde görüşürüz.”
Niko da ayağa fırladı. “Şey, efendim…” diye fısıldadı.
Kuğu Kral ona doğru döndü ve beyaz porselenden maskesini takarak gülümsedi. “Et yemeğini biliyorum, Niko” dedi. “Merak etme, ben de senin gibiyim. Sofrada kötü bir sürpriz olmayacak.”
“Teşekkür ederim, efendim.”
“Ah… Niko?”
“Efendim?”
“Bana Elis de.”
Ve bunu söyledikten sonra pelerinini savurarak odadan çıkıp gitti.
Mamba Niko’ya kalacağı odayı gösterdi. Burası altın yaldızlı duvar kağıdıyla kaplı, zevkli mobilyalarla döşenmiş, Zümrüt Şato’nun standartlarına göre sade bir odaydı. Bir yatak, bir yazı masası, bir boy aynası, bir kitaplık, bir giysi dolabı ve küçük bir koltuk… Yine de hayatı boyunca Rupi’nin küçük evinde yaşamış olan Niko’nun gördüğü en büyük ve en görkemli yatak odasıydı.
Mamba çıkıp gitmeden önce, Niko’ya bir maske uzattı. Siyah porselenden bir kuğu maskesiydi bu ve siyah olmasının dışında neredeyse Kuğu Kral’ınkinin aynısıydı. “Elis bundan böyle dışarıya çıkarken bunu takmanı istiyor” diye fısıldadı Mamba, gıcırtılı bir sesle. “Ve tabii, gerekmedikçe dışarıya çıkmamanı.”
O çıkıp gittikten sonra, Niko kapıyı usulca kapattı ve boy aynasının karşısına geçerek maskeyi yüzüne taktı. “Elis…” diye fısıldadı. “Elis.” Tuhaf bir hissi vardı maskenin. Niko kendini bir kral gibi güçlü ve yenilmez hissetti. Ama bu his onu bir şekilde huzursuz etti.
Derken aynada bir an için pencerede onu özlemle bekleyen Mari’nin görüntüsü belirdi, ama hemen sonra sis gibi dağılıp gitti.
Altıncı Bölüm: Çıngıraklı Yılan Kumpanyası
Mari ayağını suya soktu, ayak parmaklarındaki yüzükler bahar güneşinin altında hafifçe parıldadı. Su serindi, yine de Mari kuğularla birlikte göle girdi ve kendini yavaş yavaş yemyeşil sulara bıraktı. Suyun içinde olmaya ihtiyacı vardı.
Gölün dibine çöktü ve ağzından kabarcıklar çıkarken gözlerini açarak etrafına bakındı. Göl karanlıktı; karanlık, yosunlu ve soğuk. Mari usulca kendine sarıldı.
Derken bir hayal belirdi bu karanlık sahnenin içinde, Peru’nun altın rengi tapınakları sardı Mari’nin etrafını. Mari güneşin, suyun altındaki bu yepyeni güneşin onu ısıttığını hissetti ve gözlerini kapattı. Suyun dibinde kıpırtısız, gözleri kapalı, öylece durarak kendi kalbinin ritmini dinledi. Onun nasıl da yavaşlamaya başladığını… ve tam o anda bir ses “Mari!” diye fısıldadı.
Mari nefes nefese çıktı sudan…
“Niko?” diye haykırdı.
Etrafına bakındı, kıyıda koşturdu, ama burada hiç kimse yoktu. Hiçbir zaman olmuyordu… Sonunda içini çekip boynunu bükerek kurulandı ve beyaz elbisesini üzerine geçirdi. Sonra da çıplak ayaklarla, saçlarından sular damlarken, köylülerin bakışlarına aldırmaksızın evine yürüdü.
Evin bir köşesinde tozlanmaya bıraktığı kemanına şöyle bir bakış atıp koltuğa, kasnaklarının ve dikiş ipliklerinin durduğu sepetin yanına bıraktı kendini. Niko gittiğinden beri burası onun köşesiydi… ve Mari burada sessizlik içinde oturup beyaz kumaşlara yasemin çiçekleri işledi.
Niko gittiğinden beri onu rahatlatıp teselli eden tek şeydi bu kanaviçeler. Yasemin çiçekleri ona bir zamanlar Niko’nun onu sevmiş olduğunu hatırlatıyordu. Bu çiçekler ona umut etmeyi bırakmazsa Niko’nun geri döneceğini ve onu yeniden seveceğini söylüyordu.
Kemanına gelince… Ona bir türlü dokunamıyordu Mari, hem de Dita’nın tüm ısrarlarına rağmen. Niko gittiğinde müziği de yanında götürmüştü sanki…
Derken eline iğne battı ve Mari parmağının ucunda bir gül gibi açan kan tanesine bakakaldı. Sonra onu yavaşça ağzına götürdü. O sırada elinde çiçeklerle Dita geldi ve Mari akşam yemeğini hazırlamak üzere mutfağa gitti.
Günler bu şekilde akıp gitti. Birbirinin aynısı, renksiz boncuk taneleri… Mari yasemin çiçekleri işlemeye ve yemek yapmaya, Dita ise sıkıcı hayatından şikâyet etmeye devam etti. Niko çekip gitmekle doğru olanı yapmıştı ona göre. Kralkelebeği Köyü yaşanacak yer değildi.
Derken köye gezici bir kumpanya geldi. Sokaklarda karavanlarıyla dolaşıp gösteriler yaptılar. Çıngıraklı Yılan Kumpanyası bir vodvil, müzik ve tiyatro topluluğuydu. Eski sirk gösterilerini ya da karnavalları andıran abartılı bir şeyler vardı onlarda… ve bir afiş asmışlardı köyün meydanına.
Afişte sepetinden çıkmakta olan bir yılan çizimi vardı ve altında Çıngıranklı Yılan Kumpanyası’nın onlarla birlikte dünyayı turlayacak yeni müzisyenler aradığı yazıyordu. Mari ve Dita pazardan dönerken bir an için durup bakakaldılar ona. Derken bir bisiklet korna çaldı ve kumpanyanın palyaçosu onların eline birer el ilanı tutuşturdu. Seçmeler herkese açıktı.
Dita Mari’ye gülümsedi ve ilanı buruşturup çöpe attı. Mari ise usulca çantasına koydu onu… Kalbinin Niko gittiğinden beri ilk kez heyecanla çarpmasına sebep olmuştu bu. Ama eve dönüp de pazardan aldıkları kuşkonmazları tavaya koyduğunda, ilanı tekrar eline aldı ve hiçbir zaman seçmelere katılmayacağını anladı.
Hayır, buna cesaret edemezdi Mari. Dita’yı bırakamazdı. Tuhaf kostümler giyen ve ondan bile tuhaf makyajlar yapan tanımadığı bir grup insanla dünyayı dolaşamazdı. Mari’nin içinde yoktu bu… Bu tür şeyler için gereken o çılgın pırıltıya o hiçbir zaman sahip olmamıştı.
İçini çekti ve tavada usulca cızırdayan kuşkonmazları çevirmeye koyuldu. Belki de Niko bunu başından beri biliyordu. Başından beri biliyordu bunun Mari’nin içinde olmadığını… ve ona yüz yüze veda etmeyi göze alamadığından, çareyi bir sihirbazın yok ettiği küçük bir kuş gibi ortadan kaybolmakta bulmuştu.
Yine de Mari’nin içinden bir ses Dita’nın haksız olduğunu söylüyordu. İçinden bir ses Niko’nun hâlâ yakınlarda bir yerlerde olduğunu ve ne olursa olsun, ona haber vermeden hiçbir yere gitmeyeceğini söylüyordu. Mari izlendiğini hissediyor, ama seslendiğinde kimse ona cevap vermiyordu. Yine de, yine de… Niko’nun varlığını hissedebiliyordu işte.
Tabii eğer delirmediyse...
Ve bu kumpanya… Çıngıraklı Yılan Kumpanyası… Elbette ki ona müziği geri verebilirdi, ama Mari onu geri almaya henüz hazır değildi.
Gün batarken ve Niko’nun çiçekleri bahçede bir bir içlerine doğru kapanırlarken, Mari ile Dita yemeklerini sessizlik içinde yediler. Ardından, Dita’nın keskin bakışları altında Mari koltuğuna ve kanaviçelerine gömüldü ve gecenin sonunda elinde üzerine solgun bir yasemin çiçeği işlenmiş bir bez parçasıyla uyuyakaldı.
Dita ona baktı, onun yaşı bir kadın gibi göründüğünü düşündü ve bir türlü üzerine bir battaniye örtmek gelmedi içinden… Bir oğlan yüzünden hayata küsmek! Kızının bu halleri giderek daha da çok sinirine dokunmaya başlıyordu.
Dita ona baktı ve içinde bir şeyler kırıldı.
Sessizce ağlamaya başladı…
Ertesi sabah Mari çok geç uyandı ve Dita’yı eşyalarını küçük bir bohçanın içine tıkıştırırken gördü. Kemanı, şiir kitapları, kurutulmuş çiçekleri, küpeleri ve kadife eldivenleri. Her şeyini toplamıştı. Mari onu görür görmez neler olup bittiğini anladı.
“Anne…” diye fısıldadı.
“Gidiyorum” dedi Dita. “Bu sabah sen uyurken onlara keman çaldım.”
“Ah, anne!” dedi Mari.
“Beni beğendiler, Mari!” dedi Dita. “Beni de yanlarında götürmek istiyorlar. Yılanlarla dans edeceğim ve yaldızlı elbiseler giyip dilediğim gibi müzik yapabileceğim. Kendi gösterimin yıldızı olacağım! Biliyorsun, gideceğimi hiç düşünmemiştim ama hâlâ gencim ve sanırım bunu yapmak zorundayım.”
“Dönecek misin?” dedi Mari.
Bunun üzerine Dita’nın yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. Kızına doğru gitti ve onu yanağından öptü. “Beni bekliyorlar” diye fısıldadı, pencereden görünen karavanı işaret ederek. “Hoşça kal, kelebeğim.”
Ve bohçasını sırtına aldıktan sonra Mari’ye bir daha bakmaksızın kapıdan çıkıp gitti.
Mari karavanın yavaşça hareket ettiğini duydu ve bir anda neler olup bittiğini, bu kez gerçekten ve bütün hücreleriyle kavrayıverdi. Dışarıya fırladı. “Anne!” diye seslendi. “Beni bırakma, anne! Gitme!”
Dita ise karavanın penceresinden ona gözyaşları içinde el sallıyordu şimdi, onunla arasındaki bütün görünmez iplikleri kopardığının bilincinde olarak. Ve köy de, Mari de arkasında küçücük kalırken, kendi hıçkırıkları da bir o kadar yapay görünmeye başlıyordu gözüne.
“Gidiyorum işte!” diye düşünüyordu Dita, gözyaşlarını silerken. “Sonunda gidiyorum işte!” Ve karavanın içini dolduran çılgın müzisyenler ona sevgiyle kucak açarken, hayatında ilk kez kendini ait olduğu yerde hissettiğini fark ediyordu.
Derken birisi, Mari gibi uzun saçlı, kırmızı elbiseli genç bir kadın kocaman bir tef çıkararak bununla yavaş bir ritim tutturdu. O giderek hızlanırken, saçlarında yapay çiçekler olan bir başkası ona gitarıyla eşlik etmeye koyuldu. Gözlerine pırıltılı simler sürmüş genç ve gizemli bir adam akordeonuyla şarkıya katıldı sonra. Ve karavan köyü saran şeftali tarlalarının yanından geçerken, Çıngıraklı Yılan Kumpanyası’nın üyeleri hep birlikte şarkı söylemeye başladılar.
Dita çocukluğundan beri ilk kez bu şeftali tarlalarının ötesine gidiyordu. Kasabalardan, köylerden geçerlerken, parlak bahar güneşinin ve masmavi bulutların altında, Dita gözlerini kapattı ve pencereden içeriye dolan rüzgârı yüzünde hissederek, hafifçe dudaklarını oynatıp çok sevdiği bu sirk şarkısına eşlik etmeye başladı.
İçinde, asla hiç kimsenin onu olduğu gibi kabul edip sevmeyeceğini ona fısıldayıp duran o kötücül ses susmuştu şimdi. Müzik onu susturmuştu. Karavan, yollar ve güneş onu susturmuştu. Sevgi onu susturmuştu ve Dita burada hayatı boyunca sevilmediği kadar çok sevileceğini hissediyordu.
Mari ise hâlâ karavanın gittiği yolun başında durmuş, tir tir titreyerek boş gözlerle yola bakıyordu. Artık Dita yoktu. Artık Niko da yoktu ve Mari bu kez gerçekten dünya üzerinde yapayalnızdı.
Ona ne olacaktı?
“Niko!” diye haykırdı, ama tarlalara uzanan dar yolda yankılanan boş bir çığlıktan ibaretti artık bu isim. Ve Mari turuncu eve, Rupi’ye koştu.
“Beni içeri al, Rupi!” diye yumrukladı kapıyı. “Sana ihtiyacım var!”
Cevap gelmeyince, kapının dibine, verandaya çöktü ve ağlamaya başladı. “Herkes gitti, Rupi” diye fısıldadı. “Kimse kalmadı.”
Kapıya yaslandığında, hiçbir zaman tam olarak kapanamamış olan tahta kapı kendiliğinden açılıverdi. Mari bir an için bocaladıktan sonra parmak uçlarında içeriye girdi. Rupi öğle uykusuna yattıysa onu uyandırmak istemezdi. Ama eğer mutfaktaysa ve radyo dinliyorsa, kapının çaldığını duymamış olabilirdi.
Eve girdiğinde sanki Niko’nun gidişinin üzerinden yıllar geçmiş gibiydi. Burası o evdi, turuncu ev, Niko’nun hayatı boyunca yaşamış olduğu ve hâlâ lavanta ve biberiye kokan küçük ev. Ama bu bambaşka bir hayattı. Çok eski bir hayat… Artık ondan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı.
Ve Mari… Neden hiç ziyaretine gitmemişti Rupi’nin? Niko’nun gideceğini öğrendiğinde yaşlı kadın yıkılmış olmalıydı…
Mutfak tezgâhının üzerinde derisi yüzülmüş bir tavşan duruyor, üzerinde sinekler uçuşuyordu…
Onu gördüğünde her şeyi anladı, ama içinden bir ses devam etmesini ve ona dokunmasını söyledi Mari’ye. Mari kanepeye, Rupi’nin beyaz bir yüzle, kıpırtısız bir bedenle ve kapalı gözlerle uzandığı yere gitti.
“Rupi?” diye fısıldadı korku içinde.
Rupi hareket etmedi.
Mari parmağını uzattı ve hafifçe onun yanağına dokundu. Yaşlı kadının bedeni buz gibi soğuktu.
Mari onun gözlerine birer yasemin çiçeği bıraktı ve nefes nefese çıktı evden. Bir süre olduğu yerde durdu ve konuşacak birilerini aradı, ama kimse yoktu, hiçbir zaman kimse olmuyordu ve Mari var gücüyle haykırarak kuğulu göle koştu:
“Rupi… Rupi öldü, Niko! Neredesin? Neredesin?”
Ve cevap alamadığında ilk kez gerçekten ikna oldu onun bir daha dönmemek üzere köyü terk etmiş olduğuna.
“Neredesin…”
Göle vardığında çıplak ayaklarıyla suyun kenarında durdu ve boyunlarını aşkla birbirine dolamış olan bir çift kuğuya baktı şaşkınlıkla. Onda ne vardı böyle, dönüp dolaşıp onu kuğulara götüren? Eğildi, göldeki yansımasına baktı. Yansıması soluk, dalgalı ve bulanıktı. Gölün dibinde karanlık yosunlar ise akşamüstü göğünün altında gökyüzüne uzanan kollar gibi kımıldadı…
Mari biliyordu, bir daha asla orada bulamayacaktı o altın rengi tapınakları.
ÜÇÜNCÜ KISMIN SONU