I Love Mondays - Issue #79
Bu sayıda müzik, ev duygusu ve Cicely Mary Barker'ın illüstrasyonları hakkında konuşuyorum.
Cumartesi sabahı, herkes uyuyor. Portakallı çay içiyorum, arka arkaya Last Days'in May Your Days Be Gold şarkısını dinliyorum. Zaman zaman bu şarkıya ihtiyaç duyuyorum. Beni sakinleştiriyor, kendi bedenimde evimde hissettiriyor. Bu duyguyu seviyorum. Böyle şarkılar var bohçamda, onları zor zamanlar için saklıyorum. Tıpkı salyangozların evlerini sırtlarında taşımaları gibi, ben de bu şarkıları sırtımda taşıyorum.
Ev neresidir? Bunu yıllar içinde o kadar çok sordum ki kendime... Sonunda şunu anladım: Ev bir yer değil, bir duygu benim için. Ruhumla bedenim uyum içinde olduğunda, kendimi dünyayla ve evrenle uyum içinde hissettiğimde ortaya çıkan bir duygu. Çoğu zaman müzikle birlikte gelen... Düşünüyorum da, kendimi evimde hissetmem için tek ihtiyacım olan şey müziktir belki de.
Bazen şehir dışına okul söyleşilerine gidiyorum. Akşamları otel odasında yalnız kaldığımda ilk yaptığım şey "müziklerimi" açmak oluyor. Bana arkadaşlık eden bu müzikler sayesinde kendimi evimde ve güvende hissedebiliyorum. Bazen de kaybettiğim insanların müzik aracılığıyla benimle konuştuğuna, bana göz kulak olduğuna inanıyorum.
Kendime küçük bir hediye aldım geçtiğimiz günlerde. Cicely Mary Barker'ın çiçek perileri illüstrasyonlarından bir kartpostal seti. Bu illüstrasyonlar ilk kez 1923'te yayımlanmış. Barker bunları kız kardeşinin anaokulundaki çocukları model alarak çizmiş. Gördüğüm en olağanüstü, en sevimli, en romantik peri çizimleri bunlar.
Çiçeklerin dilinin ciddiye alındığı, duyguların çiçekler aracılığıyla ifade edildiği bir dönemde yaşadığımı hayal ediyorum. Çiçek resimleri yaptığımı. Onları tanıdığımı. Onlarla konuştuğumu. Onların dilinden anladığımı... Emily Dickinson gibi, onlar hakkında şiirler yazdığımı.
Kartpostallara teker teker bakarken, içimde yeni masallar yazma isteği uyanıyor. Peri masallarını seviyorum, mutlu sonları da öyle. Bir yanım hâlâ safça mutlu sonlara inanıyor, itiraf ediyorum. Etrafımın çiçeklerle ve perilerle çevrili olduğu, müzikle ve sevgiyle dopdolu bir hayat düşlüyorum.
Ama mutluluğun ulaşılması gereken bir hedef ya da geleceğe dair bir düş olmadığını, onun zaten daima içimizde bir yerlerde olduğunu biliyorum. Hayır, mutluluk bize son zamanlarda durmaksızın dayatıldığı gibi bir tam zamanlı iş, bir hayat tarzı ya da bir gereklilik değil. Mutlu olmak zorunda değiliz. Yine de, içimize bakarsak, ona sandığımızdan daha kolay bir şekilde ulaşabiliriz.
Mutluluğu gizlendiği yerden, derinlerden çekip çıkarmak zor oluyor bazen. Ya da karanlıkta onun nerede olduğunu görebilmek. İşte, ben bunun için müziğe başvuruyorum. Karanlığı dağıtması ve mutluluğu yeniden görünür kılması için. Yeniden Mutlu Olabiliriz romanımda anlatmaya çalıştığım şey de buydu: Zaten sahip olduğumuz bir şeyi kaybetmemizin mümkün olmadığı...
Yani, müziği karanlıkta yolumuzu aydınlatacak bir fener olarak kullanmak da mümkün. Perileri göremesek de, peri masallarına sahibiz. Mutluluk uzak gibi gelse de, aslında içimizde bir yerlerde gizli. "Her şeyde bir çatlak var", der Leonard Cohen. "Işık işte böyle girer içeri." Müzik kalbimizdeki çatlaklardan içeriye dolduğunda, inanıyorum ki, tamamen iyileştirebilir bizi.
Bu ülke durmaksızın kalbimizi kırıyor, onu parçalara ayırıyor ve biz her seferinde bu parçalardan yeni bir kalp yaratmak zorunda kalıyoruz. Tekrar tekrar kırılıyoruz, tekrar tekrar ayağa kalkıyoruz. Bu öyle yorucu bir şey ki... Bu mektubu Yeniden Mutlu Olabiliriz'den küçük bir bölümle bitirmek istiyorum bu yüzden, iyi gelir belki:
"Kırılan bir şeyin parçalarını hemen birleştirmeye çalışmak niye? Neden bir süre kırık kalmasına izin vermeyiz sanki? Hiçbir şeyin hemen tamir edilmesi gerekmiyor şu hayatta… ve sorun değil parçalar kaybolsa da. Bambaşka bir şey ortaya çıkacak dört bir yana dağılmış kırık parçaların birleşiminden. Tıpkı daha önce olduğu gibi… Ve ben kırık dökük bir ilahiyi andıran o şeyi sevmeyi öğreneceğim. Tıpkı daha önce yaptığım gibi!"
Herkese mutlu bir hafta diliyorum...
Sevgilerimle,
Zeynep