I Love Mondays - Issue #66
Bu sayıda masaldaki kötü cadı, kaybolma arzusu ve neden gölgemizle yüzleşmemiz gerektiği hakkında konuşuyorum.
Pazar sabahı. Kütüphanemi düzenledim, kitaplarımı seyrediyorum. Kendime ayırdığım küçücük bir rafım da var. Bu rafta yazdığım kitaplar, kazandığım ödül ve bitpazarından aldığım bir Mickey Mouse biblosu var. Rafıma gururla bakıyorum. "Bunları ben mi yaptım?", diye soruyorum.
Ama mutluluğum uzun sürmüyor. Neden bilmiyorum. Belki de bütün bunların sandığım kadar anlamlı olmadığını bildiğimden... Birden kendimi yerlerde hissediyorum.
Daha çok yazabilmek için nelerden vazgeçtiğimi düşünüyorum sonra. Hayatı kaçırdığımı hissediyorum. Ama sonra, hiçbir şeyi yazmak kadar sevmediğim geliyor aklıma... Anlamı olan tek şey bu benim için. Yine de. Yine de. Bilmiyorum. Belki de hâlâ tıpkı çocukluğumdaki gibi, bir sırt çantasıyla dünyayı gezmek istiyorum.
Çoğu zaman kendimi bir tenis topu gibi hissediyorum. Bir tenis maçında, mutluluk ile depresyon arasında mekik dokuyup duruyorum. Kaybolmamak için durmaksızın ekmek kırıntıları serpmem gerekiyor yoluma, yoksa nerede olduğumu, eve nasıl döneceğimi unutuyorum.
Bazen de, içten içe kaybolmak istediğimi düşünüyorum. Bilinç düzeyinde değil de, kalbimin derinliklerinde. Tıpkı masaldaki gibi... Hani Walter Benjamin yön duygusu zayıf olan insanların aslında içten içe kaybolmak isteyen insanlar olduklarını söylüyor ya, öyle.
Ama kötü cadıdan o kadar korkuyorum ki, kendimi her seferinde karanlık bastırmadan var gücümle eve koşarken buluyorum. İşte, tam da bu yüzden, tek istediğim ormanın derinliklerini görebilmekken, asla fazla uzağa gidemiyorum. Oysa ben ormanın karanlığına dokunmak, karanlığın yüzüne bakmak, gölgemle yüzleşmek ve onun hakkında özgürce yazabilmek istiyorum. Gölgemle yüzleşmedikçe, asla gerçek ve samimi bir şey yazamayacağımı biliyorum.
Belki de kendi masalımın hem kahramanı hem de kötü cadısıyım ben. İçine düştüğüm cadı kazanının altını yakan kişi benim, bir başkası değil. Bana kaybolursam çok kötü şeyler olacağını söyleyen de benim, gölgemden korkmamı öğütleyen de. İçimde dış dünyaya karşı böylesine büyük bir korku olmasaydı neler yapabileceğimi, kim olabileceğimi düşünüyorum da... Anksiyetem olmasaydı. Ve kendime ket vurmayı bırakabilseydim. İçimden ağlamak geliyor o zaman.
O çok sevdiğim, hep peşinden koştuğum özgürlük duygusunu sadece kendim olarak elde edebileceğimi biliyorum oysa. Ama ben kendimden, kendi içimdeki cadıdan, kısacası kendim olmaktan korkuyorum. Bilmiyorum, sanırım kendim olursam, yani tamamen kendim olursam, kimsenin beni sevmeyeceğini filan düşünüyorum.
Pazar sabahı. Güneş yükseliyor. Kütüphanemi düzenledim ve küçük rafımın tozunu aldım. Kitaplarıma merhaba dedim, ödülüme ise pek bakmadım. Kendimi kendime, babama ve başkalarına, ama en çok da kendime kanıtlamaya çalışarak harcadım yıllarımı.
Sadece var olduğum için bir ödülü, ya da en azından bir doğum günü pastasını, bir hediyeyi, bir öpücüğü veya bir gülümsemeyi filan hak ettiğimi düşünmedim asla. Bir rafım olsun istedim. Çok istedim bunu. Çünkü o zaman bana başaramayacağımı söyleyen kötü cadıyı susturabilecektim.
Ama cadı yaşıyor, işte. Ve ben sonunda, onun da, tıpkı benim gibi, sadece sevilmek ve görülmek isteyen genç bir kadın olduğunu fark ediyorum. Onu sevmeyi ve görmeyi başarabilecek miyim, bunu henüz bilmiyorum. Ama öğrenmek için sabırsızlanıyorum.
O zamana dek, yola ekmek kırıntıları serpmeye devam. Çünkü ne olursa olsun, ben kaybolmak istemiyorum. En azından şu anda değil. En azından, biraz daha güçlenene dek değil... Kendimi bunun için yeterli donanıma sahipmiş gibi hissetmiyorum. Şimdi kaybolursam, eve asla dönemeyeceğimi biliyorum.
Hepinize harika bir hafta diliyorum.
Sevgilerimle,
Zeynep